24.12.2022

TUHAF KÜTÜPHANE ~ HARUKİ MURAKAMİ

"Neden bunlar benim başıma gelmek zorundaydı ki? Oysa tek yaptığım, kitap ödünç almak için kütüphaneye gelmekti."

  Kitap Fiyatı: ₺  38,50 [ 15/08/2022 ]  - Hepsiburada  

 Her şey karakterimizin kütüphaneye kitap teslim edip yeni kitap ödünç almaya kalkmasıyla başlıyor. Uzun zamandır gittiği kütüphanede ilk defa kitap ödünç almak için iniyor bodrum katına. Oradaki yaşlı kütüphaneciden Osmanlı İmparatorluğu'nda vergi tahsil sistemiyle ilgili kitap istiyor. Yaşlı adam ona kütüphaneden çıkaramayacağı yani ödünç verilemez üç kitap getiriyor ve karakterimiz sadece yarım saat okumak için yaşlı adamın yönlendirmesiyle okuma odasına giriyor.

 "Kitabın sayfalarını çevirirken, Türk vergi tahsildarı İbn Armut Hasir olmuştum, belimde eğri bir pala, İstanbul'da vergi toplamaya çıkmıştım."

 Yaşlı kütüphaneci, çocuktan verdiği üç kitabı da okuyup ezberlemesini istiyor. Bir ay sonra onu sınav yapacağını ve sınavı geçerse çocuğu serbest bırakacağını söylüyor. Oysa daha sonra yaşlı kütüphanecinin asıl amacının çocuğun beynini yemek olduğunu Koyun Adam'dan öğreniyoruz. Koyun Adam bütün kütüphanelerde bilgili beyinlerin yenildiğini de söylüyor.

"Senin dünyan, benim dünyam, Koyun Adam'ın dünyası. Bazen bunların birbiriyle çakıştığı da oluyor, hiç çakışmadığı da."

 Murakami, baş karakterin çocuk olduğunu ve evde bekleyen endişeli annesini sık sık hatırlatarak okuyucunun vicdanını rahatsız ediyor. Hüzünlü bir kitap ve karakterin çocuk oluşu işleri daha da korkutucu kılıyor; okurken insanı geriyor. Karakteri bir odaya kapatıp sadece üç kitap vermesinden yola çıkarak acaba ana mesaj başka bakış açıları olmadan bilgi edinmek insanın beynini yer mi, diye düşündüm. Kitap güzel ama satın almanızı tavsiye etmem çünkü gereksiz pahalı. Kütüphaneden edinmenizi tavsiye ederim.


 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 

Devamını Oku »

15.08.2022

KADININ ADI YOK ~ DUYGU ASENA

 "Arkadaşlarımın babaları oğullarına sürekli "Erkekler ağlamaz" diyorlar; bunu dediklerine göre ağlamak doğru değil. Peki ama ağlamak iyi bir şey değilse neden kızlara yasak değil? Acaba kızların kötü şey yapmaları doğru da erkeklerinki mi değil? Ya da kızlar için ayrı erkekler için ayrı kötü şeyler mi var? Ama bu olamaz, kötü kötüdür, bazıları için iyi olan, bazıları için kötü olabilir mi?"

  Kitap Fiyatı: Kütüphaneden aldım.  

 Kadının Adı Yok çok kıymetli bir eser. Toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayan ve okuyucuya da sorgulatan bir eser. 1987'de çıkan 1988'de müstehcen içerik nedeniyle yasaklanıyor ancak sonra yasak kalkıyor ve Atıf Yılmaz filmini çekiyor. Cinselliği bilmeyen ve babasının karşı cinse olan öfkesinin nedenini merak ederek kadın ve erkeklerin farklılığını anlamaya çalışan ve bilinçsizce cinselliğin etrafında dolanan küçük bir kız çocuğu ile başlıyor hikayemiz. Hikaye ilerledikçe küçük kız da büyüyor.

" "Ah, bir oğlum olsaydı, ona neler neler yapardım, Londra'ya da yollardım, Paris'e de... İşimi de ona bırakırdım..."
Yüreğim burkuldu, sarsıldı, sanki koptu.
"Baba işini bize bırak, şimdiden öğret, iki kardeş, ben okulu bitirince çok güzel yürütürüz."
Bir kahkaha attı. Onu hiç bu kadar neşeli görmemiştim."

 70'li yıllarda cinsiyet rollerini çözmeye çalışan küçük kız, annesinin gidecek yeri olmadığı için babasının onu aldattığını bile söyleyemeyen bir ergen oluyor ileride. Annesi toplumun ona kadın olmasından ötürü yüklediği rollerle güçsüz kalıyor kızının gözünde. Kızı da onun hayatını mahvetmemek için sessizliği tercih ediyor. Babası ise her ne kadar çocuk muamelesi görse de güçlü. Annesi babasına sabah yatağına süt bile getiriyor. Bu durum kızımız büyüyüp evlenince kocasını iş dönüşü servisten almaya gitmesine dönüşüyor. Toplumun ona dayattığı rollerden nefret edip yine de onları oynuyor çünkü oynamazsa yalnız kalacağını düşünüyor.

"Bu bok dünyaya ne olacağı belli olmayan bir yaratık peydahlayıp, durmadan onu suçlamak mı annelik?"

 Ülkemizdeki doğum kontrol yöntemlerine dair cahilliğimize, cinsel eğitim eksikliğine de değiniliyor kitapta ki bence çok önemli bir nokta. Bu konuların tabu konular olmaktan çıkıp sağlık başlığı altında görülüp eğitime dahil edilmesi gerekiyor. 

"Beni koruma altına almaya çalışıyor, kadın olduğum için, kadın olarak doğduğum için, sanki bir zavallıyım ben ve bana birçok şey bağışlanıyor..."

 Gelelim karakter ile ilgili beni çok çok çok rahatsız eden yönüne. Başkahraman bir kadın olarak özgürleşirken evli bir adamla ilişki yaşıyor. Bu özgürlük değil arkadaşlar, alçaklık. Sen bir kadın olarak başka kadınlar yüzünden o kadar acı çekmekten bahsedip gidip başka bir kadının canını yakamazsın. Bu yüzden başkarakter ikiyüzlü. O nefret ettiği babasının metresi Gülriz'e dönüştüğünün farkına bile varamayan bir zavallı kadına dönüşüyor. Evet, belki yazar kimsenin kusursuz olmadığını anlatmaya çalışıyor ama bu kadın bir şeyin temsilcisi olarak sunulmuş bir karakter; özgürlük, eşitlik, adalet kavramlarının etrafında oluşturulmuş bir karakterden bahsediyorum. Sonra kalkıp soruyor: Kadın, kadına neden düşman? E otur bi düşün bakalım neden düşman!

"İnsanlar yeryüzünde bu durumdayken, biz nasıl mutlu olabiliriz? Sömürme, ezme, vahşet, tecavüz, vurma, vurulma, hapis, işkence, idam, savaş, açlık, istila, baskı, zorbalık. Ben nasıl mutlu olabilirim evimde, yumuşacık koltuğumda?"

 Kadın da erkek de insandır. Birbirimizi kadın-erkek olarak görmek yerine ÖNCE insan olarak görmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bu kitabın edebi yönünden ziyade ne dediğine bakmamız gerekiyor. Duygu Asena bu kitabı 1987 yılında yayınlamış ve biz kadınlar 2023'de hala bu kitaptaki dertleri paylaşıyoruz. Hala cinsiyetçilik, kadına (fiziksel ve psikolojik) şiddet, özgürlük, eşitlik problemleri yaşıyoruz. Aradan 35 yıl geçmesine rağmen neden hala bir arpa boyu yol ilerleyemedik? Neden ben 2023'de genç yetişkin bir kadın olarak bu kitabı okurken baş kahramanı bu kadar iyi anlıyorum? 


 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 

Devamını Oku »

SANA MUHTACIM ~ JULIA QUINN

"Onun hayatı dikkatlice işlenmiş bir yok oluştan ibaretti."

   Kitap Fiyatı: ₺ 11 [ 12/09/2019 ]  - NadirKitap   

 Bridgertonların en görmezden gelinen, (yazar tarafından) varlığı yok sayılan üyesi Francesca Bridgerton ile karşınızdayım! Francesca'nın varlığı öyle yok sayılıyor ki kitabın başında evli olduğunu öğrendiğimde şok oldum. Yani kardeşlerini anlatırken cümle arasında Francesca'nın düğünü, eşi bir şeyinden de mi bahsedemezdiniz sevgili Quinn? 

"Bir bıçak içini oyuyor gibiydi."

 1820 yılının mart ayında başlıyor kitap. Francesca, Kilmartin Kontu John ile evlenmesine 36 saat kala John'un kardeşten öte gördüğü kuzeni Michael ile tanışıyor ve Michael görür görmez kızımıza aşık oluyor. Sonrasında John ani bir şekilde ölüyor, bu sırada hamile olan Francesca düşük yapıyor ve en yakın arkadaşı olarak gördüğü Michael'dan destek almak istiyor. Ancak Michael zaten aristokratik olarak John'un yerini çaldığını hissederken bir de Francesca'yı ondan çalamayacağını düşünerek Hindistan'daki işlerinin başına (İngiliz sömürgesi yani Kilmartinler aktif bir sömürgeci) geçmek için gidiyor. Bu arada Bridgertonların Francesca'ya destek olduğu belirtilip geçiştirilmiş.

"Neşeli hovarda olmasaydı, bir başkasının karısına aşık acınası bir budala olmak dışında bir alternatifi yoktu."

 1824 yılında Francesca anne olmak istediği için yeniden evlenmeye karar veriyor ve dolayısıyla koca bulma oyununa geri dönüyor. Bu sırada (tesadüf de budur ya!) Michael da Hindistan'dan dönüyor ve Kilmartinlerin Mayfair'deki evine aynı gün varıyorlar. (Kader ve ağları sanırım...) Neyse kitabın bu kısımları eğlenceliydi. Michael artık sıradan bir Stirling değil de kont olduğu için evlenmesi için baskılar artıyor ve Francesca ona çöpçatanlık yapmayı teklif ediyor. (Michael bu arada Violet'e (evet, anne Bridgerton'a) şakasına da olsa kur yapıyor ki bence bu yazarın hayal ettiği gibi komik değil, çirkindi.) Michael konumu, yakışıklılığı ve kibar tavırlarıyla sezonun gözde erkeği olurken Francesca da güzelliği ve hem abisi hem de Michael'ın çeyizine katkısı nedeniyle sezonun gözde kızı oluyor. Yani bütün sosyete bu ikisinin peşinde koşuyor... Michael, Francesca'ya olan aşkından ölse bitse de John'a saygısından kıza yaklaşmıyor, tabi kitabın doğası itibariyle bir yere kadar...

"Onun aşkı olmadan yaşayabilirdi ama o mutsuzken asla."

 Kitap boyunca ara ara "ama John..." diyerek karakterler kendilerini geri çekiyordu. Sonra bir anda Michael'a bir aydınlanma geliyor (bunu yazar mistik bir şekilde yansıtmaya çalışıyor ki beni tatmin etmedi, saçma buldum) ve John'un Francesca'nın da kendisinin de mutlu olmasını isteyeceğini hatta ve hatta John'un bizzat kendisinin Michael'ı Francesca'nın kocası olarak seçeceğine karar veriyor. Şimdi burada şöyle bir sorun var: John ve Michael kardeş gibi büyümüş. Kimse kusura bakmasın da hiçkimse kendileri öldükten sonra kardeşlerinin geride kalan eşleriyle evlenmesini istemez. Bu yüzden de yazarın John ve Michael'ı bu kadar yakın bir ilişki içine sokması beni çok rahatsız etti. Bence Michael, John'un arada bir gördüğü kuzeni olsaydı daha iyi bir hikaye örgüsü ortaya çıkabilirdi. Yani en azından ölü bir adamın hisleri hakkında kimse kendini karar almak zorunda hissedip saçmalamazdı. Bir diğer sorun da şu: Michael'ın, Francesca'nın John'un eski karısı olmasını sindirmesi uzun zaman alıyor (senelerden bahsediyorum) ama Francesca'nın ilişkilerini içine sindirmesi için zaman istemesine sinirleniyor. Bence burada kıza baya bir haksızlık yapıyor.

"Teşekkür ederim Michael, Francesca'yı ilk olarak oğlumun sevmesine izin verdiğin için."

 Az önce kitaptaki en rahatsız edici cümleyi okumuş bulunmaktasınız. Bu cümleyi zavallı John'un annesi kuruyor. Yani kitapta bildiğiniz Michael ile Francesca'nın aşkını yüceltmek için John harcanmış. İzin vermek derken? Kıza bir kukla muamelesi yapılması sinir bozucuydu. Ayrıca gerçek yazık yani John'a. John, Michael ile kıyaslandığında sevilmeyecek/seçilmeyecek bir insan mıydı? Ya da sevilmeyi Michael'dan daha mı az hak ediyordu.

Bu arada... Penelope ve Eloise bu kitapta henüz evlenmemiş. Francesca kitabın en sonunda ikisinin de evlendiğine dair bir mektup alıyor. Hani Bridgertonlar birbirine çok bağlı bir aileydi? Sanırım bu bağlılıkları Francesca'yı kapsamıyor... Yazar sanırım bunu Francesca'nın bağımsızlık arzusuyla falan açıklamaya çalışmış ama yemezler. Bağımsız olmak ile aileden kopuk olmak aynı şey değil. Serinin kalan kitaplarında Francesca'dan bahsedilip edilmeyeceğine özellikle dikkat edeceğim. Kısacası sanırım serinin en sevmediğim kitabı bu oldu.

Bridgerton Serisi
1) Yüreğe Söz Geçmiyor (Yorum yazısı için tıklayınız.)
2) En Çok Beni Sev (Yorum yazısı için tıklayınız.)
3) Son Söz Aşkın (Yorum yazısı için tıklayınız.)
4) Rüyalar Gerçek Olsa (Yorum yazısı için tıklayınız.)
5) Sonsuz Sevgilerimle (Yorum yazısı için tıklayınız.)
6) Sana Muhtacım (Yorum yazısı için tıklayınız.)
7) Öpüşünde Saklı (Yorum yazısı için tıklayınız.)
8) Biz Evleniyoruz (Yorum yazısı için tıklayınız.)
9) The Bridgertons: Happily After All
10) The Further Observations of Lady Whistledown
11) Lady Whistledown Strikes Back


 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 

Devamını Oku »

4.08.2022

DİLENCİLER VE KİBİRLİLER ~ ALBERT COSSERY

  "Hayatı yaşamadan öğretmek cehaletin işlediği en ağır suçtu."

  Kitap Fiyatı: Kütüphaneden aldım.  
 
 Albert Cossery Mısır'da doğmuş ancak hayatının çoğunu        Fransa'da geçirmiş ve sadece Fransızca yazmış bir yazar. Batı'da anarşist yazar olarak da tanınıyor. Nil'in Voltaire'i olarak da anılıyor. Yazdığı sekiz romanından ikisi dilimize çevrilmiş durumda. Dilenciler ve Kibirliler ile yazar toplumun görülmek istenmeyen kısmını, aylaklarını, anlatıyor. Kitabın orijinal adı Proud Beggars, yani Gururlu Dilenciler ancak nedense dilimize Dilenciler ve Kibirliler olarak çevrilmiş. Bence bu bir hata, çünkü kitapta dilenci olarak sunulan herkes hayatından gurur duyuyor diyebilirim.

"Hiçbir şeyin olmadığı yerde kopan fırtınalar boşunadır. Gohar'ın dayanma gücü bu mutlak mahrumiyetten geliyordu; yıkım karşısında kaybedecek hiçbir şeyi yoktu."

 Kitaptaki karakterlerin çoğu sistemin dışında, otorite ile problemleri var. Mısır'dayız. Kitabın baş karakteri diyebileceğimiz Gohar, eski bir akademisyen. Alanı ise felsefe. Gohar, sistemden çıkmak için işi bırakmış ve kendini uyuşturucuya vermiş. Az eşyayla mutlu ve fakirliğiyle mutlu olan bir adam. En büyük hayali ise Suriye'ye gitmek; çünkü orada uyuşturucu serbest. Zaten başı da uyuşturucu sevdasından yanıyor. Çünkü kitaptaki asıl macera Gohar'ın uyuşturucu krizi sırasında bir fahişeyi öldürmesiyle başlıyor. 

"Bir sokak serserisi kadar yoksul olsa da, toplumsal konumu itibariyla üstündü. Çünkü şunu unutmamak gerekir ki El Kordi sonuçta bir devlet memuruydu, toplumun üst sınıfına mensuptu."

 El Kordi ise bakanlıkta çalışan yozlaşmış bir devlet memuru. En büyük derdi kahraman olmak. Asil olmak için mutsuz ve umutsuz olmak gerektiğine inanıyor. Dünyanın sefil bir halde olduğunu düşünüyor ve yazar bu fikirleri Batılı kitaplardan aldığını söylüyor. El Kordi için toplumsal adaletsizliğin takipçisi de diyor yazarımız. Verem olmuş hayat kadını bir sevgilisi var. El Kordi'nin Naile ile sevgili olmasının nedeni de dünyanın sefilliğini temsil eden, kurtarılmaya muhtaç bir kadın olması.

"Özgürlük soyut bir kavramdı ve bir burjuva önyargısından ibaretti. Yeghen, özgür olmadığına asla inandırılamazdı."

 Yeghen, Gohar'ın en büyük hayranı ve uyuşturucu kaynağı. Yeghen otellerde yaşayan ve para için annesinin öldüğü ve cenazesi için para gerektiği yalanını dahi söyleyebilecek biri. Soyut bir dünyada yaşıyor ve sürekli gülmek için - mutlu olmak için kendi kendine sebepler buluyor. (Not: Yukarıdaki alıntı Yeghen hapse girdiği zamanki düşüncelerinde geçiyor.)

"Polisten korkmak için kaybedilecek bir şeylerin olması gerekir, ancak burada hiç kimse bir şeylere sahip değildi. En ağır ve insanlık dışı yoksulluk her yerdeydi; dünyada, merkezi otorite temsilcisinin saygı uyandıramayacağı yegane yerdi burası."

Mısır'da eşcinsel olmanın zorluklarından da bahsediyor Cossery. Örneğin cinayeti soruşturan polis amiri Nureddin eşcinsel ve her yerde gerçeği ortaya çıkarmaya çalışırken kendi gerçeğini saklamak için de elinden geleni yapıyor. 

"Her gün türlü biçimlerde işlenen suçlar arasında; savaşlar, katliamlar, baskılar arasında bu suçun ne önemi vardı?"

 Kitapta otorite, devlet, zenginler çok fazla eleştiriliyor. Bana biraz da cinsiyetçi bir kitap gibi geldi. Ya da yazar "Doğulu" mantığını göstermek için karakterlerine cinsiyetçi düşünceler yüklemiş demek daha doğru olabilir. Ki zaten kitabın da oryantalist ve dolayısıyla yazarın da (Mısır doğumlu olması nedeniyle) self-oryantalist olduğunu düşünüyorum. Yani bana kalırsa Albert Cossery kökenleri dolayısıyla bir self oryantalist. Çünkü kitabın içinde Doğuluların mantığının olmadığına, zeki olmadığına, cinselliğe düşkün olduklarına dair söylemler var. Bu kısımları şöyle örneklendirmek istiyorum hatta:

  • "Kendisini iyi hissetmesi için yatağında en az üç kadına ihtiyacı olan bir adamdı. Gerçek bir Doğu zorbasıydı."

  • "Bu cinayet, incelikli bir akıl yürütme, sinsi bir zeka gerektiriyordu ve sadece eğitimli, hatta Avrupai kültüre sahip birinin işleyebileceği türdendi. Bu tip suçlara Batı edebiyatında rastlanıyordu."

"Gohar kendisini yakalamak için seferber olacaklarını biliyordu - bir fahişenin öldürülmesi onların gözünde iğrenç ve insanlık dışı bir eylem olduğu için değil, yalnızca otoriter düzenlerini bozduğu için." 

 Toplumda görmek istemediğimiz insanların (uyuşturucu bağımlıları,fahişeler, dilenciler vs.) hikayelerini anlatıyor Cossery. Bir yandan da kadınlara karşı olan tutumunda rahhatsız ediciydi. Onun dışında adalet ve suç kavramlarını sorgulatan bir kitap. Zenginlerin mutlu olmamak için çok fazla şeyinin olduğunu, fakirlerin ise çok fazla şeyi olduğunu anlatmaya çalışıyor. Zenginliği küçümsüyor, onlara acıyor; fakirliği ise övüyor. Madem fakirlik o kadar övünülecek bir şeydi dönseymiş Mısır'a Fransa'da ne işi varmış? Her neyse... Kitap fena bir kitap değil ama çok çok da beğenmedim. 


 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 

Devamını Oku »