19.06.2019

SERSERİM BENİM ~ ELİZABETH BOYLE

 Serserim Benim, Elizabeth Boyle'un The Bachelor Chronicles serisinin ikinci kitabı ve beni ilk kitaptan kat ve kat daha çok eğlendirdi!😁 Seri şöyle:
1)Evcilik Oyunu (Yorum için tıklayınız.)
2)Serserim Benim
3)Mektubumu Aldın mı? (Yorum için tıklayınız.)
4)Siyah Elbisenin İtirafları (Yorum için tıklayınız.)
5)Kırmızı Elbisenin Hatıraları
6)How I Met My Countess
7)Mad About The Duke
8)Lord Langley Is Back In Town
8.5)Mad About The Major
 Bir önceki kitapta yan karakterlerden biri olarak okuduğumuz Bayan Miranda Mabberly, Emmaline'in eltisinin erkek kardeşiyle evlenerek kontes olmak üzeredir. Kayınvalidesi Leydi Oxley bu durumdan hiç memnun değildir, ama kızımızın babası zengin olduğu ve tek çocuk olduğu için evlenmelerine izin vermiştir. Ancak bu her yerde kızı aşağılaması için bir engel teşkil etmemektedir. Kont da zaten kızla parası için evlendiği için bu durum umurunda değildir. Miranda'nın Leydi Oxley'ye katıldığı tek bir şey varsa eğer o da bu evlilikten duyduğu memnuniyetsizliktir. Sonra Lord Sedgewick'in hovarda arkadaşı Lord Jack Tremont'un operada 'yanlışlıkla' kızımızı öpmesiyle bu evlilik tarihe karışıyor. Yani ilk kitabın sonunda patlayan skandalla başlıyor kitabımız.
 O günden sonra babası kızını şehirden sürüp taşraya gönderiyor ve okuyucunun karşısına 9 yıl sonra Kibar Bayanları Eğitme Kurumu'nda bir öğretmen olarak çıkıyor Miranda. Ancak adı artık Miranda değil, Bayan Jane Porter. Ve okullarında bir öğrenci olan Leydi Arabella bir seyis ile öpüşürken yakalandığı için kuzini tarafından okuldan alınacaktır. Bu genç hanımın kuzini ise Lord Jack Tremont'tan başkası değildir!😁
 9 yıl sonra ilk defa karşılaştıklarında Jack, kızı tanıyamaz; ancak ondan etkilenir. Ama öyle romantizm başlamıyor hemen, hatta üstüne aralarında küçük bir atışma geçiyor. Bu karşılaşmadan 3 ay sonra ise Miranda, babasından kalan mirasıyla huzurlu bir yaşam sürmek için okuldan ayrılır. Ve yeni satın aldığı eve doğru Kent'e gidecekken üç öğrencisi de  (Bayan Felicity ve Thalia Langley, ve kuzinleri Leydi Philippa Knolle)  Kent'e yaz tatili için gideceklerini belirterek öğretmenlerinden kendilerine eşlik etmesini istiyorlar.
 Bayan Porter ve öğrencileri fırtınalı bir gecede öğrencilerin görmek için ölüp bittiği bir kaleye sığınıyor ve tesadüfen evin sahibi Jack Tremont çıkıveriyor! İşte ben buna kader derim!😂 Ve fırtına kraliyete ait olan, daire çapı 9 metreyi bulan bir meşeyi yıkıp avlunun tek çıkış kapısını kapatıyor.
 Aksiyon dolu, eğlenceli ve kesinlikle zekice yazılmış. Sevmediğim bir tane bile karakter olmadı. Kaderin tesadüflerden değil de insanların planlarından etkilendiğini göstermesi çok hoşuma gitti. Plan yapan insanlar varken kimin aptal tesadüflere ihtiyacı vardır ki? 😁 Elizabeth Boyle okudukça bana kendini daha çok sevdiriyor, darısı diğer kitaplarının başına.

 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 
 
Devamını Oku »

17.06.2019

TELEVİZYON ÖLDÜREN EĞLENCE ~ NEİL POSTMAN

 " Diyeceğim o ki biz, bugün için, ölesiye eğlenme noktasına gelmiş olan bir topluluğuz. "

 Çağımızın en önemli bilgi edinme aracı olan ve teknolojiyle arası iyi olmayanların bile severek kullandığı her evde bulunan bir siyah ekrandır televizyon. Yalnız yaşayanlar izlemese bile arkada ses olsun diye açar, neyi açtığı önemli bile değildir. Misafir ağırlanırken bile açıktır televizyon, herkesin gözü ara ara oraya kayar çünkü. Bir aile akşam sessizce tv izleyerek birlikte vakit geçirdiklerini sanabilir. Oysa televizyon ortaya koyduğu tavır ile insanların hayatlarını ele geçirmiş, içine işlemiştir.
 Eğlence ve görsel kültür de böylece iyiden iyiye yazılı kültürü iteleyerek uçurumun ucuna kadar getirmiştir. Neil Postman edindiğimiz bilgilerin kültürümüze medya araçlarıyla işlediğini savunuyor. Çünkü onlar olmasaydı eğer, bilgiler yayılamayacaktı. Yani ona göre kültürümüz medya araçlarıyla şekilleniyor.
 Televizyonda kel ve şişman erkekler/kadınlar görmek çok zordur. (Yeni yeni bir iki dizi yapıldı, Mike&Molly gibi.) Herkes televizyonlarda gördüğü o ideal kiloya, ideal gelire ve reklamlardaki mutluluğa sahip olmak istiyor. Oysa reklamlar ürün satışı adı altında, bu ürünü alırsan sahilde gülümseyerek havalı havalı yürüyen bu kadın kadar mutlu olacaksın anlayışını satıyor. Ürünün ne olduğu önemli değil, reklamdaki kadının mutlu olduğu kadar mutlu olmak istiyor insanlar. Bu yüzden ihtiyacından fazla alışveriş yapıyor, bu yüzden eşyalar bu kadar önemli hale geldi.

 " Televizyon kitapları yasaklamaz, sadece onların yerine geçer. " 

 Televizyon ile şekillenen bir kültür ortaya çıktığından beri basılı söz değer kaybetti. Oysa yazı daha güvenilir ve dikkate değer bulunur, söz ise uçar gider. Amerikan kültürü baz alınarak yazılan bir kitap olduğundan Amerika'nın tipografi tarihi de anlatılıyor kitapta. Başlarda tipografinin verdiği mesaj önemliyken 1890'larda slogan tekniği yerini psikoloji ve estetiğe bırakıyor.
 Medyada asıl devrimi başlatan ve iletişimi hızlandıran telgrafın da tarihi anlatılarak etkileri inceleniyor. Ve böylece benim bu kitabı okuduktan sonra ara sıra aklıma gelip beni bu dünya düzeninden rahatsız ettiren soruyu soruyor Neil Postman: Bir sabah haberi kaç kere o günün planını değiştirmenize neden oldu? Ve burada hava durumundan bahsetmiyor. Evet, elbette haberler önemli; dünya hakkında ülkemiz hakkında bilgi sahibi oluyoruz ama gerçekten bu bilgi benim için ne kadar önemli?
 Telgraf sonrası yapılan haberlerin aslında insanın günlük hayatını ne kadar az etkilediğinden bahsediyor Postman. Tıpkı günümüzdeki medya araçları gibi telgrafın da amacı bilgiyi iletmek; açıklamak ya da analiz etmek değil. Spikerlerin cinayet haberiyle teknoloji fuarı haberini aynı yüz ifadesiyle sunduğunu hiç fark etmiş miydiniz? Ürkütücü öyle değil mi?

" Bir psikiyatristin söylediği gibi, hepimiz kumdan şatolar yaparız. Sorun bu şatoların içinde yaşamaya kalktığımız zaman ortaya çıkar. " 

 Televizyon insanlara neyi, ne kadar düşünmesi gerektiğini bile söyler hale gelmiştir artık. Tv izlerken insan kendi içine dönüp bakamaz, tv insanı kontrol eder. Neil Postman televizyonda dinin bile bir eğlence olarak sunulduğunu iddia ediyor. Eğitim sistemini de alt üst ederek insanları eğlence odaklı olmaya daha da açık hale getiriyor televizyon.
 Hayatımızı nasıl yaşayacağımıza, neyi ne için ve nasıl kullanacağımıza da televizyon karar veriyor. Ve bu onu bütün medya araçları içinde bir üst konuma yerleştiriyor.

 Peki bundan sonra ne olacak? Yazı öldü, kolektif yapı da onunla birlikte çöktü. Artık insanlar daha bireysel, daha bencil ve daha anonim olmak istiyor. Peki şimdi ne olacak?

 Televizyon Öldüren Eğlence, çok kıymetli bir kitap. Öyle noktalara değiniyor ki insan bazı şeyleri daha önce hiç düşünmediğini, fark etmediğini anlıyor. Oysa Neil Postman Mars'tan yazmıyor bu kitabı, günlük hayatımızın içinden yazıyor. Ve Amerikan kültürünü anlatmasına rağmen şuan da bizim televizyonlarımızın da aynı durumda olması bence küreselleşen kültür kavramının ne kadar önemli, gerçek ve bir bakıma engellenemez olduğunu gösteriyor. Aslında bu kitabın temelinde bir kıyas da yapıyor George Orwell'in 1984'ü ile Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı.
 (1984 yorumu için tıklayınız.)

 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 
Devamını Oku »

31.05.2019

O MUYDU? ~ STEFAN ZWEİG

“ Şahsen katilin o olduğundan neredeyse eminim; ama elimde çürütülmesi imkansız o son kanıt yok. “
 

  Kitap Fiyatı: ₺  3,77 [ 01/09/2018 ]  - Kitapyurdu  

 Cümlesiyle başlayan öykü sizi şüphe duygusuna kapılmış bir kadınla karşı karşıya bırakıyor.Bu kadın aynı zamanda öykümüzün de anlatıcısı olan Betsy. Betsy ve kocası el değmemiş, sakin ve huzurlu bir yerde yaşlılıklarını geçirmek üzere eski bir kanalın yakınlarında kalan bir eve yerleşiyorlar. Betsy’nin bu evle ilgili tek şikayeti ise hiç komşularının olmaması. Ve bir gün vadiye aynı zamanda adı da verilen Bay ve Bayan Limpley taşınıyor. Böylece kanalın kıyısında iki ev oluyor. 


“ Fakat sürekli mutlu olup bu mutluluğu yüksek sesli, gürültülü bir biçimde yaşaması, onu katlanılması zor hale getiriyordu. “

 Ellen Limpley sessiz, sakin ve biraz yorgun bir kadın. Çünkü kocası John Charleston Limpley, karısının aksine oldukça heyecanlı, her şeyden mutlu olabilen birisi. Eğer bir şey John Charleston Limpley’ye aitse o şey dünyadaki en iyisidir. Ve bu nedenle de Bay Limpley, onun olan her şeyi çok büyük bir aşkla sever. Karısını da dünyadaki en güzel, en iyi kadın olarak gören Bay Limpley onun üzerine titremektedir.
 Anlatıcımız Betsy ise kadının bu kadar ilgiden bunaldığına karar vererek Bay Limpley’nin ilgisini dağıtmak amacıyla onlara bir köpek armağan ediyor. Tahmin ettiği gibi de oluyor, Bay Limpley bu sefer köpeğinin üzerine titremeye başlıyor ve karısı da onun bu durumunu gülümseyerek izliyor. Ancak adını Ponto koyduğu köpek, Bay Limpley’ye karısı kadar nazik davranmıyor. 9 yıllık evliliklerinde çocukları olmayan Limpley çifti, Bayan Limpley’nin hamileliğiyle ailelerini daha da genişletiliyor. Ancak aile üyelerinin hepsi, birbirinden memnun değil.

 Zweig’in kaleminden çıkan heyecanlı ve gizemli bir öykü O Muydu. Bu sefer sadece insan doğasını-psikolojisini değil; hayvan doğasını ve psikolojisini de ele alıyor. Açıkçası bazen bunu köpek yapmaz, dediğim yerler olsa bile yapacak olan köpeklerin var olduğunu da biliyordum.
 Bu öyküde görünen suçlunun gerçek suçlu olduğuna da inanmıyorum. Böyle bir suçun gerçekleşmesine olanak sağlayan koşullar birileri tarafından oluşturuldu. Bana kalırsa bu koşulları oluşturan kişi suçludur. 
 Hiçbir kitabın sonunu burada yazıp insanların okuma hevesini kırmadım ve bunun için cümleler de haliyle uzuyor. Yine de söylemeden son bir küçük eleştiri de bulunacağım. Betsy, köpeklerinin ölümünden sonra kocası çok üzüldüğü için kendilerine değil de Limpley’lere bir köpek armağan ediyor. Ve kocası kitabın sonuna gelindiğinde bana hiç de bir köpeğin ölümüne çok üzülen biri gibi gelmedi.
 Bunların dışında Stefan Zweig’in kalemine söylenecek bir söz yok. Kuvvetli, gerçekçi ve insan doğasını - psikolojisini gerçekten kavramış bir yazar. Bunu okuruna anlatmakta da oldukça başarılı. Bu öyküsünde genel olarak şüphe ve korku duygusunu ele aldığını söyleyebilirim. Bu kitap Zweig’in çok beğendiğim öykülerinin arasına katıldı.

  Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.🖤  
Devamını Oku »

16.05.2019

KÜLLERİNDEN DOĞAN ~ GAELEN FOLEY

  Kitap Fiyatı: ₺ 10 [ 01/02/2018 ]  - Nadir Kitap  

 Cehennem Kulübü serisinin üçüncü kitabıyla karşınızdayım. Seriyi şöyle alta bırakıp (önceki iki kitabın yorumu için üzerlerine tıklayınız.) yorumuma geçeceğim:

3)Küllerinden Doğan
4)My Ruthless Prince
5)My Scandalous Viscount
6)My Notorious Gentlemen
7)The Secret Of A Scoundrel

 Romanımız 1804 İngiltere'sinde başlıyor. Falconridge Kontu Jordan Lennox'un ajan eğitimini yeni tamamladığı yıl 1804.  Jordan diğer 'kulüp' üyelerinin aksine sosyeteden izole bir hayat yaşamamayı tercih ediyor, bunun onu daha sağlıklı tuttuğuna inanıyor. Mara Bryce ile de 1804'te bir kır evi davetinde tanışıyor ve birbirlerine tutuluyorlar. Ancak Jordan, sorumluluklarının bilincinde olan bir genç olduğu için görev çağrısı geldiğinde Mara'yı arkasında bırakıyor.
 12 yıl sonra ilk defa bir müzayede de karşılaşıyor Jordan ve Mara. Jordan hala bekar, Mara ise kocasını kaybetmiş ve 2 yaşında küçük bir oğlu var. Neredeyse 30 yaşında olan Mara ve henüz evlilik diyarına adımını bile atmamış Jordan birbirlerini ilk gördüklerinde duydukları heyecana rağmen birbirlerine öfkeliler.
 Oysa Jordan'ın 'kulüpten' arkadaşları onun, Mara'ya olan hasretinin farkında hemde 12 yıldır. Onu daha iyi anlamalarını sağlayan şey ise önceki iki kitapta yaşadıkları aşk deneyimi. Ve Mara'nın çok işlerine yarayabilecekleri bir konumda olduğunun da farkında olan kulüp üyeleri, -biraz bahane ederek- Jordan'a Mara ile yakınlaşması için emir veriyor.
  Kitabın aksiyon kısmında olan karakterleri de unutmamak gerekiyor tabi. 'de Rohan ile Kate'in elde ettiği parşömenler sayesinde uzun bir süredir Özgürlükçülerin elinde olan arkadaşları Drake'i geri alıyorlar ama o, hiçbir şey hatırlamıyor. Hatta onu sadece işkenceden çıkaran bir Özgürlükçüye, James Falkirk, geri dönmek istiyor. Ancak Max, onu evine, annesine götürdüğünde hayallerindeki kızı görüyor: Emily. Arka planda, küçük küçük de olsa onların ilişkilerini de öğreniyoruz.
 Dresden Bloodwell ise önceki kitaplardan daha çok karşımıza çıkıyor ve Londra daha tehlikeli bir yere dönüşüyor. Sadece Özgürlükçüler ve Tarikatın değil, Özgürlükçülerin kendi içindeki mücadele de öne çıkıyor.
 Kitaba genel olarak bakıldığında çok fazla yazım hatası vardı. Açıkçası bu durum beni kitaptan uzaklaştırdı. Oysa ben serideki en beğendiğim kitap kapağına sahip olduğu için çok hevesle başlamıştım. Ancak yanlış yazılan veya yazılmayı unutulan kelimeler olması beni çok itti.
 Her bir kitapta Cehennem Kulübüyle ilgili bilgilendirme yapılması beni sıktı. Evet, yazar da haklı birileri seri olduğunu bilmeden üçüncü kitaptan başladığında okudukları şeyi anlamaları için bu gerekli ama beni bunalttı. Bu nedenle muhtemelen dördüncü kitabı okumak için biraz bekleyeceğim. Oysa kitabın aksiyon kısmı oldukça heyecanlı bir yerde kalmıştı.😓
 Onun dışında bu kitabı diğerlerinden farklı kılan Jordan'ın zekasının daha ağırlıkta olmasıydı. Evet, başarılı bir dövüşçü, her ajan gibi, ancak zekasını diğerlerinden çok kullanıyor. Yine tabiki çoooook yakışıklı, insanın ağzının sularını akıtacak bir adam ve güzeller güzeli, naif, mükemmellik abidesi bir kadın vardı karşımızda.
 Cennetin Ateşi, her ne kadar Cehennem Kulübü serisine ait bir kitap sayılsa da olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Knight Family adı verilen 7 kitaplık serinin ilk kitabı olan The Duke, dilimize Cennetin Ateşi olarak çevirilmiş. Bu durumda Cehennem Kulübü serisi oldukça heyecanlı ve tadı damakta kalan bir yayınevi tarafından yarım bırakılan seriler arasına katılmış oldu. Böylece Cehennem Kulübü serisini dilimize çevirildiği oranda üzülerek bitirmiş oldum. Epsilon yayınevi Gaelen Foley çevirisini en son 2015'de yapmış. Açıkçası serinin diğer kitaplarının çevirileceğine dair inancım yok. Umarım yanılıyorumdur.😓
 

 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 
Devamını Oku »

2.05.2019

IKIGAI & Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı ~ HÉCTOR GARCÍA & FRANCESC MIRALLES

 " Tutkunuza dünyanın en önemli şeyiymiş gibi kapılmaya hazır mısınız? "

  Kitap Fiyatı: ₺  8,91 [ 07/08/2018 ]  - Kitapyurdu     

İnsanlık yüzyıllardır ölümsüzlüğün sırrını arıyor. Bu arayışın bir parçası da ömür uzatmak. Nasıl daha uzun bir ömre sahip olabilirim? Bu sorunun cevabını bilmek isteyen milyarlarca insan var dünyada. Héctor García & Francesc Miralles, bu sorunun cevabını dünyaya uzun ömürlü insanlarıyla ün salmış bir ülkede, Japonya'da arıyor.
 Sabah uyandığınızda sizi yataktan çıkaran şey ikigai, bir hayat amacı edinmek. Hayattaki amacınız ne? Kimsesiz çocuklarla ilgilenmek, dünyayı dolaşmak, insanlara yardım etmek, bir kitap yazmak vs gibi bir amacınız varsa, tebrikler! Ömrünüzü uzatmak için ilk adımı attınız. Bir ikigai, yani hayat amacı sahibiyseniz hayatı öyle kolay geride bırakmayacaksınız demektir.

" Japoncada, İngilizcede olduğu gibi "işi temelli bırakmak" anlamına gelen bir emeklilik sözcüğü yoktur. "


 Japonlar, edindikleri ikigaileri için ömürlerinin son gününe kadar çalışıyorlar ve böyle tutunuyorlar hayata. Bizdeki gibi ben emekli oldum, yaşlandım artık şuradan şuraya yürüyemem, bunu beceremem demiyorlar ve önceden ne yapıyorlarsa yapmaya devam ediyorlar. Böyle süper asırlıklar olarak anılan bir grup çıkıyor ortaya: Dünyanın en yaşlı insanları.
 Héctor García & Francesc Miralles üşenmiyor, bu insanlarla röportaj yapıyor ve küçük bir kısmını kitapta kullanıyorlar. Anladığım kadarıyla bu röportajlarda belgesel yapılacak veya yapıldı.


 " Beyin cep telefonunun sesiyle ya da e-postanın bildirim sesiyle bir yırtıcının tehdidini ilişkilendirir. " 


 Telefonunuza bir bildirim geldiğinde en azından şöyle bir irkilmez misiniz? İşte bu, mağara insanlarının hayatlarını tehdit eden bir şey fark ettiklerinde verdikleri tepki. İnsanlar evrimleşerek bu tepkiyi 21. yüzyıla böyle getirmiş. Yani yeni teknoloji insanların daha sık strese maruz kalmasına neden olmuş bir nevi.
 Héctor García & Francesc Miralles, mağara insanı ve modern insanı pek çok açıdan kıyaslamış ve doğrusu her şeye rağmen modern insan, mağara insanından daha kaygılı, daha stresli bir hayat yaşıyor. Bu da aklıma şunu getirdi: Sanırım elimizdeki sağlık bilgilerini mağara insanlarına verseydik, ortalama ömürleri bizim dünyamızdaki en yaşlı insanınkiyle eşit olurdu.

" Hayat çözülmesi gereken bir sorun değildir. "


 Modern dünya, insanları kendi gerçeklerinden, doğasından uzaklaştırır. Tutkularını takip etmek yerine nasıl daha fazla para, güç vs kazanacağına odaklandığı mutsuz bir hayata mahkum eder. İşte bu insan ömrünü kısaltır, onu ikigaisinden uzaklaştırır.

 Victor Frankl'ın logoterapi yöntemi ile ikigaiyi kıyaslıyorlar ve logoterapinin ne yaptığını kısaca şöyle açıklıyorlar: Yaşamak için bir neden bulmanıza yardım eder. Victor Frankl'ın İnsanın Anlam Arayışı kitabını okumasaydım eğer bu kıyası pek anlamlandıramayabilirdim. (Ayrıca muhteşem bir kitaptır.) Kendisi Auschwitz'de, orada keşfettiği, logoterapi yöntemi ile hayatta kalmayı başarmıştır.

 Kitapta sadece amaç edinmekten bahsedilmiyor tabii. Sonuçta uzun ömürlü olmanın birçok koşulu var. Shikuwasa, yeşil çay, beyaz çay gibi gıdalar hakkında bilgi veriyor. Tai chi, rajio taiso, yoga, çigong gibi doğu disiplinlerini gayet başarılı ve güzel bir şekilde tanıtıyor okuyucuya. Ben bu disiplinlerden birini okurken kollarımı ne kadar az havaya kaldırdığımı fark ettim. Oysa kitapta da söylendiği gibi, eskiden insanlar, en basit örneğiyle, ağaçtan bir şeyler toplamak için her gün kollarını havaya kaldırıyordu.
 Kitabın sevmediğim yönü ise çok az da olsa emir vermesi; yani onu yapın, bunu yapın demesi. Yazar, okuyucunun kararına karışamaz. Okuyucu, kitabı okur ve kararını kendisi verir. Bu, okuyucuya saygısızlık olarak gördüğüm bir tavır ve ciddi anlamda rahatsız edici buluyorum. Bu nedenle de kişisel gelişim kitapları okumayı sevmem. Bu kitabı okumamın tek nedeni, sıradan bir kişisel gelişim kitabıyla alakası olmadığını düşünmemdi. Ki, değildi de aslında. Japon kültürü ve daha birçok şey hakkında bir sürü yeni bilgi edindim. Bilgi çeşitliliği oldukça yüksek ve akıcı bir kitap.

 Bir sonraki kitapta görüşmek üzere.❤ 
Devamını Oku »